24 Ocak 2012 Salı

Sana Bakmak

her şey yapılabilir 
bir beyaz kağıtla 
uçak örneğin uçurtma mesela 
altına konulabilir 
bir ayağı ötekinden kısa olduğu için 
sallanan bir masanın 
veya şiir yazılabilir 
süresi ötekilerden kısa 
bir ömür üzerine. 

bir beyaz kağıda 
her şey yazılabilir 
senin dışında 
güzelliğine benzetme bulmak zor 
sen iyisi mi sana benzemeye çalışan 
her şeyden 
bir gülden bir ilk bir sonbahardan sor 
belki tabiattadır çaresi 
senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin 
ve benim 
bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğim 
anlarım bitkiden filan 
ama anlatamam 
toprağın güneşle konuşmasını 
sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla 

sen bana ışık ver yeter 
bende filiz çok 
köklerim içimde gizlidir 
gelen giden açan soran bere budak yok 
bir şiir istersin 
“içinde benzetmeler olan” 
kusura bakma sevgilim 
heybemde sana benzeyecek kadar 
güzel bir şey yok 

uzun bir yoldan gelen 
tedariksiz katıksız bir yolcuyum 
yaralı yarasız sevdalardan geçtim 
koynumda bir beyaz kağıt boşluğu 
her şeyi anlattım 
olan olmayan acıtan sancıtan 
bilsem ki sana varmak içindi 
bütün mola sancıları 
bütün stabilize arkadaşlıklar 
daha hızlı koşardım 
severadım gelirdim 
gözlerinin mercan maviliğine 

sana bakmak 
suya bakmaktır 
sana bakmak 
bir mucizeyi anlamaktır 

sağa sola bakmadan yürüdüğüm yollar tanıktır 
aşk sorgusunda şahanem 
yalnız kelepçeler sanıktır 
ne yazsam olmuyor 
çünkü bilenler hatırlar 
hem yapılmış hem yapma çiçek satanlar 
bahçıvanlar değil tüccarlardır 
sen öyle göz 
sen öyle toprak ve güneş ortaklığı 
sen teninde cennet kayganlığı iken 
sana şiir yazmak ahmaklıktır 

bir tek söz kalır 
dişlerimin arasından 
ben sana gülüm derim 
gülün ömrü uzamaya başlar 

verdiğim bütün sözler 
sende kalsın isterim 
ben sana gülüm derim 
gül sana benzediği için ölümsüz 
yazdığım bütün şiirler 
sana başlayan bir kitap için önsöz 

sana bakmak 
bir beyaz kağıda bakmaktır 
her şey olmaya hazır 
sana bakmak 
suya bakmaktır 
gördüğün suretten utanmak 
sana bakmak 
bütün rastlantıları reddedip 
bir mucizeyi anlamaktır 
sana bakmak
Allah’a inanmaktır                                                                                                                    Yılmaz Erdoğan

20 Ocak 2012 Cuma

Tele vizyon

Kumandanın kırmızı düğmesine bastım, oturduğum yerden kalktım, ocağın altını söndürdüm, odama çıktım ve düşündüm... Neden "televizyon" izleriz? Nedir ilgimizi çeken acaba? Aslında düşününce çok komik. Bir grup insan toplanmış bir şeyler  yapıyor o yaptıkları şeyi kaydediyor sonra da onu herkes izlesin diye televizyon denen makine aracılığıyla yayına koyuyor ve hatta çok izlenince seviniyor. Çingene(ilk aklıma bu tabir geldi) gibi sanki:) Yani şöyle ki, bir kutunun içinde hareket halinde, konuşan insanlar bizim neden ilgimizi çekiyor. E sonra bir de sinema olayımız var. Daha eskiye gidersek belki altından tiyatro çıkabilir. Ben de bismillah dedim açtım google arama motorunu yazdım televizyonun tarihi diye bakın çıkanlar:

"Televizyon veya kısaca TV, bir vericiden elektromanyetik dalga hâlinde yayınlanan görüntü ve seslerin, ekranlı ve hoparlörlü elektronik alıcılar sayesinde yeniden görüntü ve sese çevrilmesini sağlayan haberleşme sistemidir. Yayınlanan görüntü ve sesleri alıcıya ulaştıran elektronik cihaz da sistemin adı ile anılır.Televizyon 1923 yılında, John Logie Baird tarafından İngiltere'nin Hastings kasabasında icat edilmiştir. İlk televizyon görüntüsü ise yine Baird tarafından 1926 yılında yayınlanmıştır.Türkiye'de ilk olarak 1953 yılında İstanbul
Teknik Üniversitesi tarafından bölgesel olarak ve haftada birkaç saat deneme yayınları başlatıldı." vikipedi

"Televizyonun icadı 21. yüzyılın vazgeçilmez aletlerinden biri olan televizyonun tarihi 75 yıl önce İskoç mucit John Logie Baird'in keşfiyle başladı. Baird 21. yüzyılda insanları saatlerce karşısında oturtabilen tlevizyonun babasıydı. Keşif merakı çocuk yaşlarda başlayan Baird 12 yaşında evine bir elektik sistemi döşemiş ardından yoldayken arkadaşlarıyla konuşmasını mümkün kılacak ilk telefon santralini    geliştirdi..." daha ayrıntılı okumak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.

Ve sonra tiyatro... Anlatılan şey şu; tiyatro da bir çok sanat gibi önceleri dinsel bir tören olarak başlamış daha sonraları ise dinden ayrılarak kendi başına bir sanat haline gelmiştir.


Şu kısa araştırmamdan ben şunu çıkarıyorum: Öncelikle ilk çağlardan gelen bir tiyatro anlayışı ortaya çıktı ve bu yavaş yavaş sanata dönüşmeye başladı. İlerleyen zamanlarda belki çevreye verilecek bir mesaj belki de fikrini duyuracak bir araç haline geldi. 1900lü yıllarda ise John Logie Baird amcamız kendi öz merakı ile televizyonu icat etti ve yavaş yavaş insanlar tiyatrodan sinemaya ve sonra sonra dizilere programlara en sonunda da evlendirme programlarına döndü. Sonra ortaya neden televizyon izlediğini bile bilmeyen insanlar çıktı. Peki ben neden televizyon izlediğimize bir yanıt buldum mu? Neden televizyonda bir şeyler yapan adamlar ya da kadınların bizim ilgimizi çektiğini? Hayır. Ona da baktım neden televizyon izliyoruz diye ama benim aradığım şeyin cevabı neden çok televizyon izlediğimiz değil, benim merak ettiğim televizyonda insanların bir şeyler yapması neden bizim ilgimizi çekiyor. İşin sosyolojik, psikolojik antropolojik boyutlarına girmeye çalışırsak yazı uzar gider. Ama neyse ben bunun cevabını herhalde bulacağım ve aklıma şimdi geldi bu anlattıklarımla çelişkili olarak bir film vardı 2001 yapımı vizon tele diye. Ona bakayım bir ara.  Belki bu hareketim de sorularıma bir cevap niteliğindedir:)

Ne diyelim, iyi seyirler..

12 Ekim 2011 Çarşamba


Hayat, Mayat

Hayat, mayat diyorlar
Benim gözüm mayat`ta.
Hayatın eksiği var:
Hayat eksik hayatta.

Takınsam, kanat, manat;
Kuş, muş olsam seğirtsem.
Bomboş vatana inat,
Matan`a doğru gitsem...

Necip Fazıl Kısakürek

14 Ağustos 2011 Pazar

Masallar diyarında gördüğüm düşün psikolojik tahlili ;)

Sanırım tahlilimi hikayeyi yazarkenki ruh halimi ve o süreci anlatarak yapmaya başlasam güzel olacak. Şöyle ki efendim; Türkçe öğretmenimiz masal yazma ödevi vermişti. Ben kompozisyon yazılılarında olduğu gibi nasıl bir giriş yapacağımı düşüne durayım birden böyle çocukça bir ilham gelip zihnimin içerisindeki tellere konuverdi :) Masal işte nasıl başlayacaksın ki klasik "bir varmış bir yokmuş" ya da "evvel zaman içinde kalbur saman içinde" diyeceksiniz belki ama demek istediğim masala nasıl başlayacağım. Neyse efendim başladım ben yazmaya. Kendimce hesaplar yapıyorum. Amacım sadece bir masal yazmak ve ödevi teslim etmek. Yani aslında bana kalırsa psikolojik tahlil yapacak bir yanı yok bence bu masalın. Çünkü yazarken kendimce matematiksel ve mantıksal bazı hesaplamalar yapıyorum; ıslık çalarak gelsin ki baba çocukların kavgasını bağırmasını duymasın diyorum:) Masal nihayetinde ama bir mantık olması lazım canım. Babanın da bir şekilde öğrenmesi lazım bu olayı ki bağlayalım masalımızı bir sonuca. Onun için de hemen bir çare bulup babanın kârsız günüde şarkı söylemediğini anlatıyorum sevgili okuyucularıma. Aslında bu ne okuyan ne de dinleyen için yazılmış bir masal, sadece ödevi yapma amaçlı:) Neyse efendim gelelim masalımızın sonuna; tabi kötüler cezasını bulup, iyiler mutlu oluyor, bu yüzden her masalın sonunda olduğu gibi sadistçe elma düşürmeliyim birilerinin kafasına. Ama onu da kimseye bırakmak istemiyorum, o yüzden diyorum ki biri yazanın(ki bu benim), biri okuyanın(masalımız sınıfta okunacaktı o yüzden bu da benim) biri de mutlu baba ile oğlunun başına(bunlar da benim masal kahramanlarım). Yani hepsi bana ya da benim oluşturduğum kahramanlara. Ne hocama ne de sınıfta beni dinleyenlere bir şey verme niyetinde değilim anlayacağınız.

Gelelim işin psikolojik kısmına; bu hikayeyi (olabildiğim kadarıyla) bir psikolog gözüyle değerlendirirsem öncelikle şunu sorarım kendime: "Neden baba ve oğullar". Bu çocuğun kendi cinsiyle bir problemi mi var?  Çünkü bir kişiye resim çizmesini söylediğimizde eğer karşı cinsi çiziyorsa o kişinin kendi cinsiyle bir sıkıntısı olabileceği yorumunu yapabiliyoruz. Aslına bakarsak ben resim çizme testinde de karşı cinsi çizerim ama bu tamamen işin kolayına kaçmamdan kaynaklanıyor. Kız resmindeki saç küpe vs.. ayrıntılarıyla uğraşmak işime gelmiyor:) Buna bağlı olarak da karşı cinsin kahramanı olduğu bir masal anlatmak da böyle olabilir belki. Ve sonra hep hatası bulunmaya çalışılan ve abileri tarafından hor görülüp kıskanılan bir çocuk. Babası bu çocuğu çok seviyor, öyle ki diğer kardeşleri kıskanıyor. Herhalde çocuk mutsuz ve kardeşleri tarafından hep kızılan eleştirilen biri derdim. Ortalıkta bir anne figürümüz de yok, buna bağlı olarak da anne ile duygusal bir bağ eksiliğinden bahsetmem de olasıdır.

Fakat dönüp kendime baktığımda bu tahlillerden hiç bir iz bulamıyorum:) Çünkü hiç bir zaman bu kadar içli bir çocuk olduğumu hatırlamıyorum. Herhalde bu tarafımdan uydurulmuş, acele ile öğretmenine teslim edilmek için yazılmış araya mantıksal öğelerin sıkıştırıldığı ve hasbel kader bir okul kitapçığında yayınlanmış bir masal:)

İyi okumalar efendim:)

Bir var'ız... Bir yok'uz...

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Masallar diyarında bir düş gördüm; Bir vardım... Bir yoktum...



"Bundan 9 sene evvel ortaokul 1. sınıfta yani 12 yaşında Türkçe öğretmenimizin verdiği ödev üzere (hatırladığım kadarıyla) yazdığım ilk masal ve yayınlanmış ilk eserim "Üç Kardeşler". Aslında yayınlanacağını ve hocamız tarafından bir kitapçık haline getirileceğini hiç tahmin etmemiştim:) Fakat koskoca okuldan 10-15 kadar kişi ve sınıfımızdan da sadece ben yazdığım için sanırım küçük bir jest yapmak istemiş hocalarımız. Ben de yememiş içmemiş o zamandan bu zamana 2 kere taşınmış olmamıza rağmen gayri ihtiyari saklamışım bu kitapçığı. Hadi okuyalım bakalım; Ne varmış... Ne yokmuş..."


ÜÇ KARDEŞLER 
Bir varmış, bir yokmuş Allah'ın kulu çokmuş. Eskiden bir adam yaşarmış. Bu adamın üç çocuğu varmış. Bu çocukların annesi yokmuş. Ama babaları bunlara çok iyi bakarmış. Adamın en küçük oğlu çok terbiyeli, çok iyi kalpliymiş. Babaları bu yüzden en küçük oğlunu çok severmiş. Ama ağabeyleri ise çok sinirli, çok kötü kalpli ve kıskançlarmış. Babaları en küçük kardeşlerini çok sevdiğinden onu çok kıskanırlarmış. Bu nedenle ufacık bir tartışmada onda bir hata bulmaya çalışıp dururlarmış. Bunlarla da yetinmeyip onu babaları evden çıktığında hep döverlermiş. Küçük çocuk da hıçkırıklarla ağlarmış. Babaları hep kârla eve geldiğinden neşeli neşeli şarkılar söylermiş. Bu nedenle küçük oğlunun ağlama sesini duymaz, büyük oğulları da anlar, küçük kardeşlerini sustururlarmış.

Günler böyle sürüp gidiyormuş. Bir gün yine babaları işten dönüyormuş. Ama bu sefer fazla kârı olmadığından pek keyifli değilmiş ve eve doğru sessizce geliyormuş. Bu nedenle oğulları da babalarının geldiğini anlamamışlar ve babaları eve geldiğinde vaziyeti görmüş. Neden kardeşlerini dövdüklerini sorduğunda yalan söylemeye kalkışmışlar. Ama ne çare, Allah ikisini de yalan söylemeden bir taş haline getirmiş.

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş; biri yazanın, biri okuyanın, biri ise mutlu baba ile oğlunun başına...




"Bundan sonra da sanırım lise 1 de bir hikaye yazmıştım o da Edebiyat hocamızın verdiği bir ödev üzerine: ) Beğenilmişti ve ödül olarak "Ümit Meriç'in" evine gitmiştik 10 kişi arkadaş ve bir hocamız. Fakat ne yazık ki onun bir kopyası ya da kayıtlı bir kitapçığı yok elimde..." 

12 Ağustos 2011 Cuma

Yavaşla(!)yalım biraz


Öğlen 3-4 sularında, bir İETT durağına gitmiş beni eve götürecek otobüsü beklemekteyim. Otobüslerin o yeni erguvan rengi yine görür görmez içimi ısıttı. Diğer insanlar ne hissediyor bilmiyorum ama benim içim ısınıyor şöyle bir pozitif enerjiyle doluyorum görünce o rengi :) Halkımızın da hakkını yememek lazım, çünkü bir oylama sonucu insanlarımızın ortak beğenisi ve kararı. Neyse efendim, ben meseleye döneyim. Bir 5-10 dakika kadar bekledikten sonra erguvan rengi otobüsüm salına salına geliyor durağa. Yaz, Ramazan, kalabalık ve oruç.. Atmosferi düşünün. Otobüsün direksiyonunda sabahtan beri direksiyon sallamakta olan şoför amcamız, içerisinde ise her biri ayrı dünya olan, farklı dertleri meşguliyetleri olan kimi küçük, kimi büyük, kimi çocuk, kimi genç insan topluluğu..

Durmakta olan otobüse büyük bir dikkat ve serilikle bindim. Malum pek hoşlanmaz bizim şoförlerimiz beklemekten, o yüzden iki ayağı bir pabuca girer insanların sanki hepsi bir yere yetişeceklermiş gibi. Girdiğimde içeride boğuk bir hava, içerisi sürekli klimaya maruz kalmaktan ve oksijensizlikten bunalmış. Ben arka tarafa doğru ilerlerken şoför kızıyor otobüstekilere: "Basmayın düğmelere inmeyecekseniz!" Arkadan yaşlı bir amca onun da iki ayağı bir pabuca girmiş ve belki oruçlu: "Düğmeye bastık" diye sesleniyor öne sesini duyurmaya çalışarak. Şoför biraz da ona bozuluyor açtım neden inmedin diye ama tam hızlanmadan henüz durduruyor arabayı. Amca da benim gibi aceleyle iniyor otobüsten, şoför korkusuna. Arkadan sesler yükseliyor: "Amca yaşlı hemen inemedi.. Biraz bekle.. Allah bilir ne zaman bastı düğmeye..." vs... Hemen yanımda da yurdum insanı hayattan soğumuş hep şikayet halinde olan orta yaşlarda siz deyin abla ben diyeyim bir teyze var. O da ekledi bir şeyler pek hatırlayamadığım. Onun yan tarafında da başka bir teyze daha, o daha bir sakin, kendi halinde. Arkamda bir küçük kız çocuğu 4-5 yaşlarında. Bıcır bıcır konuşuyor annesine bir şeyler soruyor, annesi de cevap veriyor sabredebildiği kadar. Yanımdaki o orta yaşlı teyze hiç durmadan, yaklaşık 5 dakika kadar otobüsten in(e)meyen amca hakkında konuştu durdu. Şöyle de böyle de.. Arkamdaki kız da soruyor annesine bir şeyler annesi de ona anlatıyor. Çocuk işte nasıl susturasın ki.. Yanımdaki ablaya da yeni malzeme çıkıyor konuşmak için "Eyvah yol boyunca bunları çekeceğiz". Bir de yazık yan tarafındaki sessiz sakin teyzeyi de almış hedefine ona dertlenip duruyor. Teyze gülümsüyor kafa sallıyor ama nafile, kadın ısrarla birilerini gıybetini yapmaya çalışıyor. Derken yeni bir malzeme çıkıyor; yolculardan bir bayanın telefonu garip bir şekilde birkaç kez çalıyor. Bu sefer onunla ilgili konuşmaya başlıyor. Yan taraftaki teyze bir ara duymuyor onu ama kaçırır mı bizim ki elini sallıyor dürtüyor kadını yine söylüyor içinde kalmasına izin vermeden bu ne diye. Birkaç durak sonra başka bir abla biniyor otobüse, bizimkinin yeni hedefi. Pek tat alamadı sessiz teyzemizden, olmuyor öyle kuru kuruya danışıklı dövüşsüz gıybet. Başlıyor yine bizimki anlatmaya ama bu sefer yeni hedefi var kendine seçtiği. Belki daha tatlı, daha zevklidir bu ablayla onu bunu çekiştirmek. Ama nafile, ondan da pek keyif alamayınca, otobüsümüze de yeni birisi binmeyince oracıkta dedikodunun tadı ablamızın damağında kalıyor. Bir kaç durak sonra da zaten ben iniyorum otobüsten yine sanki bir şeye yetişecekmiş arkamdan atlılar kovalıyormuş gibi..

Ah be yurdumun insanları.. Şehir hayatı.. Şu koca İstanbul, koca koca binalar, lüks arabalar, boş yollardaki hız yarışları, otobüs yakalamalar, işe yetişmeler okula uyanmalar... Rahatlasak hep birlikte, anlaşıp otursak hepimiz bir sandalyeye, sonra gevşesek ve hep birlikte derin bir nefes alsak, sonra da o nefesi uzun uzun, hissede hissede versek.. Yavaşlasak ya biraz..

Bence hiç fena olmaz ;)